EĞİTİM-BİR-SEN'DEN YÖK REFFORMUYLA İLGİLİ AÇIKLAMA
Kara: 'Üniversitelerde sorunlar çözüm bekliyor'
Nurdan Eroğlu
Eğitim-Bir-Sen Bartın Şubesi Başkan Yardımcısı İlyas Kara, Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) Reformu ve üniversitelerdeki problemler hakkında açıklamada bulundu. Açıklamasında yükseköğretimin asıl sorunları gündeme gelemediğini ifade eden Kara, “Üniversitelerde sorunlar çözüm bekliyor” dedi.
Eğitim-Bir-Sen Bartın Şubesi Başkan Yardımcısı İlyas Kara, Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) Reformu ve üniversitelerdeki problemler hakkında açıklamada bulundu. Yükseköğretimin asıl sorunları gündeme gelemediğini ifade eden Kara, “Yükseköğretim ve yükseköğretimin niteliği, derin sosyo-ekonomik ve toplumsal dönüşümlerin yaşandığı son 30 yıllık dönem sonrası tüm dünyada yeniden sorgulanmaktadır. Türkiye’de de yükseköğretim ve yükseköğrenim sorunu uzun yıllardır çok boyutlu olarak yoğun bir şekilde tartışılmakta ve talepleri karşılayabilmek için reform ihtiyacı toplumun hemen her kesimi tarafından sıklıkla dile getirilmektedir. Yükseköğretimde reform yapılmasının gerekliliği konusunda toplumun tüm kesimleri arasında uzlaşma olmasına karşın reformun nasıl olması gerektiği konusunda bugüne kadar bir uzlaşma sağlanamadığından yükseköğretim alanında köklü bir reform gerçekleşememiştir. Türkiye’de yükseköğretimin yapılandırılmasına ilişkin tartışmalar uzun yıllar sadece Yükseköğretim Kurulu’nun (YÖK) yapısı ve rektör seçimleriyle sınırlı kalmış ve yükseköğretimin asıl sorunları gündeme gelememiştir. Bunun en büyük sebebi, yükseköğretim geçmişimizin, siyasi hastalıklarımızın en çok nüksettiği alanlardan biri olmasıdır. Yükseköğretim yapılanmasının resmi sistem muhafızı olarak kurgulanması, bugün bu alanda yapılmaya çalışılan her değişikliğin siyasi sistem değişikliği gibi algılanmasına neden olmaktadır. İşte bu yüzdendir ki, yükseköğretim sisteminin reforme edilmesindeki ilk aşama, yükseköğretimin felsefesini ve mahiyetini yeniden tanımlayacak bir zihniyet değişikliği olmalıdır” dedi.
“ARZ TALEBİ KARŞILAMAKTAN HÂLÂ UZAKTIR”
Yükseköğrenim arzının talebi karşılamaktan hâlâ uzak olduğunu kaydeden İlyas Kara açıklamasında şöyle devam etti:
“Türkiye’nin değişim ve dönüşümüne paralel olarak üniversiteler çok daha ulaşılabilir ve erişilebilir hale gelmiş, yükseköğrenime geçişte öğrencilere çok daha fazla alternatifler sunulabilmiştir. Her geçen gün sayıları artan üniversiteler, kuruldukları illerin sosyo-ekonomik gelişimine önemli katkılar sağlamaktadır. Türkiye yükseköğretim sistemi, geldiği nokta itibarıyla, artık sadece üniversite çağı nüfusunun üçte birinden az bir kısmına hizmet sağlayan bir yapıdan (elit yükseköğretim) uzaklaşmış ve çağ nüfusunun neredeyse yarısına hizmet sağlayabilen (evrensel yükseköğretim) bir yapıya kavuşmuştur. On yıllık bir zaman zarfına sıkıştırılmış niceliksel gelişmeler, eşine az rastlanır gelişme süreci teşkil etse de Türkiye’nin demografik dinamikleri dikkate alındığında yine de ihtiyaca tam olarak cevap verememektedir. Yükseköğrenim çağındaki nüfusun artmaya devam ediyor oluşunun da etkisiyle, yükseköğrenim arzı talebi karşılamaktan hâlâ uzaktır.
“ZİNCİRLEME SORUNLARA SEBEP OLUYOR”
Üniversite yapılanmasında 2547 sayılı Kanun’un dayandığı zihniyetten kaynaklanan sorunlar, olumsuz sonuçlarını en çok akademisyenlik mesleğinde ve akademik kariyer sisteminde göstermiştir. Akademik kariyer sistemindeki çarpıklık ve objektiflikten uzaklık, zincirleme sorunlara sebep olmaktadır. Akademik kariyer yapmak isteyen akademisyen adaylarının üzerinde, mevcut akademisyenlerin vakti zamanında tabi oldukları yükselme sürecinin aynısına tabi olmaları gerektiği yönünde bir algı/ön yargı bulunmaktadır. Akademik yükselme sürecinde yaşanan subjektif değerlendirme unsurları, akademisyenler arasında katı bir hiyerarşi oluşumunun yanında özgün bir bilim insanından uzaklaşma sonucunu da doğurmaktadır. Bunun yanında, subjektif değerlendirme mağdurları aynı zamanda en çok mobbinge maruz kalan kesimi teşkil etmektedir. Nitekim yükseköğretim kurumlarında psikolojik yıldırma konusunda yapılan çalışmalarda, özellikle akademik kariyerlerinin başlarında bulunan kişilerce ‘kişinin kendini göstermesi ve iletişiminin engellenmesi’ en büyük problemlerden biri olarak değerlendirilmektedir. Ne yazık ki üniversitelerimizde genç bilim insanlarının ama özellikle kendi alın terleriyle bulundukları yere gelenlerin karşı karşıya kaldıkları en yaygın davranış biçimleri, çalışmalarının göremezden gelinmesi, başarısızlıklarının abartılması, yeterli destek görememek ve becerilerini gösterme imkânlarının kısıtlanmasıdır. Bu durum üniversitelerimizde kurumsal kültürün takdir edici ve destekleyici yönünün zayıflığının en büyük örneğidir. Bütün bu olumsuzluklar üniversitelerimizin bilimsel bilgi üretimine de olumsuz etki etmekte; üniversite, akademisyen ve araştırma/makale sayısı artmasına rağmen aynı başarı nitelikli bilgi ve teknoloji üretiminde gösterilememektedir. Diğer yandan, adaletsiz ve hukuksuz kararlar, üniversitelerin bilimsel bilgi üretimini güçlendirecek genç ve dinamik zihinlerin, üniversite ve akademisyenlik mesleği dışında kariyer tercihinde bulunmalarına neden olmaktadır. Araştırma, geliştirme ve bilgi üretme yeterliliğine sahip çok sayıda gencin üniversiteler yerine diğer kamu kurumlarında çalışmak istemeyi seçmelerinin en büyük sebebi, mali imkânlardaki eşitsizlikten ziyade objektif olmayan akademik kariyer süreci ve iş güvencesi yokluğudur. Türkiye’yi orta gelir tuzağından uzaklaştıracak atılımlar için yükseköğretimin niceliksel gelişiminin devamı kadar niteliksel gelişimi de önemlidir. Gelinen noktada artık ‘üniversiteleri ve yükseköğretim sistemini nasıl yönetelim’ sorusundan çok, ‘akademisyenleri, üniversiteleri ve yükseköğretim sistemini üretim yapan bir içeriğe nasıl kavuştururuz’ sorusuna cevap aramak ve bulmak gerekiyor.
“AKADEMİSYENLER BİLİMSEL ÇALIŞMA ALANINI TERK ETMEMELİ”
Yükseköğretim sisteminden ve üniversitelerden milletin beklentileri, üniversitelerin evrensel kabul görmüş akademik, bilimsel, idari ve mali özerkliğe sahip olmasının araçları, üniversitelerin ulusal ve yerel ihtiyaçlara ve beklentilere cevap verme yeterlilik düzeyine ulaşması, fikir, düşünce, buluş, patent üretmek noktasında önünü açacak ve yeni vizyonlara kapı aralayacak alanlara kavuşturulması, yükseköğretim sistemine ilişkin reformun birincil konusu olmalıdır. Akademisyenlerin rektörlük gibi idari görevler üstlenmek için yarışma içine girdiği bir yükseköğretim sisteminden, bilimsel çalışma alanını terk etmemek konusunda tavır geliştirdiği bir yükseköğretim sistemi ve yapılanmasına geçmek zorundayız.
“BİLGİ VE DÜŞÜNCELER ÜNİVERSİTE DÜNYASINA HÂKİM OLMALI”
Yükseköğretim sisteminin en büyük eksikliklerinden biri, insanı ve düşüncelerini temel bir tema olarak görmemesi; insanilik vasfının bulunmamasıdır. Dolayısıyla ortaya konulacak değişikliklerin de bu vasıfta olması gerektiği açıktır. Bizim öncelikli ihtiyacımız, bilginin ticarileşmesi değil, insani bilgi ve düşüncelerin üniversite dünyasına hâkim olması, üniversitelerin milletle buluşması; üniversite ve akademisyenlerin, milleti ve değerlerini referans alan yeni bir başlangıç yapmasıdır. Katılımcılığın ilke olarak ortaya konulduğu ve bu kapsamda katılımcı demokrasinin vazgeçilmez özneleri olan başta sendikalar olmak üzere, sivil toplum kuruluşları ve akademisyen dışı personelin üniversite yönetiminde yer aldığı bir bakış açısına ihtiyaç vardır. Yasaklayıcı olmayan ama şeffaf ve hesap verilebilir yapılar oluşturan, yükseköğretimin girdileri kadar çıktılarına da odaklanan, yükseköğretim kurumları arasında tek tip bir yapı yerine çeşitliliği sağlayan, akademik, bilimsel ve idari özerkliği evrensel standartlar ekseninde tanımlayan, rekabetin yanında iş birliğini, katılımcılığın yanında müşterek karar mekanizmalarını öngören bir sistem, yükseköğretimin paydaşlarının en büyük beklentisidir.
“İŞ GÜVENCESİNİ ORTADAN KALDIRACAK DÜZENLEMELERDEN KAÇINILMALI”
Akademik, bilimsel, mali ve idari açıdan özerk ve özgür bir üniversite hedefi için mücadele ederken, özgür düşüncenin ve özerk yapılanmanın katline aracılık edecek, iş güvencesini ortadan kaldıracak herhangi bir düzenlemenin yükseköğretim sistemine en büyük zararı vereceği unutulmamalıdır. Üniversite, esnek, çeşitliliğe önem veren, katılımcı, saydam, üniversite dışı kamu ve özel kurum ve kuruluşlarla ilişkileri önemseyen, sosyal sermayesi güçlü, öğrenciyi merkeze alan, yatay ilişkilere önem veren, farklılığı esas alan bir yapıya sahip olmalıdır. Öğrenci merkezliliğinin en önemli göstergesi, üniversite içindeki ilişki tarzı dolayısıyla öğrencinin kendisinin önemli görüldüğünü ve onurlu bir varlık olarak kendisine değer verildiğini hissetmesidir.
“BİLİMSEL ÇALIŞMA İÇİN UYGUN ORTAM HAZIRLAMALI”
Yükseköğretim kurumlarının görevleri; bireylere başarılı bir yaşam için gerekli eğitimi onun karakter ve zihin yapısına en uygun şekilde vermek; bilimsel bilgi, teknoloji ve sanatsal üretime yönelik araştırmalar ve yayınlar yapmak, yaptırmak ve nitelikli bilim insanı yetiştirmek; toplumsal ihtiyaçların giderilmesi bakımından gerek duyulan alanlarda kamu hizmeti üretmek, ülkenin bilimsel, kültürel, sanatsal, sosyal ve ekonomik yönlerden ilerlemesini ve gelişmesini ilgilendiren sorunlarını öğretim ve araştırma konusu yapmak, sonuçlarını toplumun yararına sunmak, ihtiyaçlara uygun meslek elemanlarının yetişmesine ve bilgilerinin gelişmesine katkıda bulunmak; özgürce araştırma ve bilimsel çalışma yapılması ve topluma sunulması için uygun ortam hazırlamak olmalıdır.
“AKADEMİK ÖZGÜRLÜK GÜVENCE ALTINA ALINMALIDIR”
Üniversiteler hiçbir baskı ve engelleme söz konusu olmaksızın, tüm fikirlerin, muhtelif hakikat iddialarının, sosyal ve siyasi problemlerin özgür ve medeni bir şekilde tartışıldığı, karmaşık sorunların açık bir biçimde ifade edildiği ortamlardır. Bu itibarla araştırma özgürlüğünü ve bu çerçevede temel bilgi yöntemlerini serbestçe kullanma hürriyetini, araştırma için gerekli araçlara ve şartlara sahip olma hakkını ve bilimsel üretme, bilgilendirme, öğrenme ve yayma hakkını içerecek şekilde akademik özgürlüğün hem anayasal hem de yükseköğretim kanunu ekseninde güvence altına alınması gereklidir. Öğretim elemanlarının hiçbir baskıya maruz kalmaksızın ve engellenmeksizin akademik özgürlükten azami ölçüde yararlanma, kendi tercih ve ilgileri doğrultusunda araştırma ve inceleme yapma ve bunu öğretme hakkına sahip oldukları kanunla düzenlenmelidir. Ancak öğretim elemanlarının sahip oldukları bu özgürlüğü, öğrencilerin öğrenme özgürlüğünü kısıtlayan bir biçimde kullanamamaları; öğretim ve araştırma süreçlerinde dogmatik olmaktan kaçınarak öğrencilerin farklı düşünme ve bunu ifade etme haklarına saygı duymaları da güvence altına alınmalıdır.
“MESLEĞE OLAN TALEBİ DÜŞÜRECEK DEĞİŞİKLİKLERDEN VAZGEÇİLMELİ”
Akademisyenlerin çalışma ortamının düzenlenmesi ve kariyer sürecinin iyileştirilmesi kurumsal amaçların sağlanmasında önde gelen unsurdur. Özellikle 2547 sayılı Kanun’da gerçekleştirilen son değişiklik sonrası yeni alınacak bütün araştırma görevlilerinin 50/d kadrolarında istihdam edilecek olması, akademisyenliğin iş güvencesiz bir meslek olduğu algısını daha da pekiştirecek, bu mesleğe olan talebi düşürecek ve mevcut akademisyenler arasında da motivasyon kaybına ve çalışma barışının bozulmasına sebep olacak türden sakıncalar barındırmaktadır. Bu türden uygulamaların, giderek genişleyen yükseköğretim sisteminin ihtiyacı olan yetişmiş insan gücünün sağlanmasına olumsuz etki edeceği şüphesizdir.
“ÖYP, GÖZDEN GEÇİRİLEREK YENİDEN YÜRÜRLÜĞE KONULMALIDIR”
Yeni kurulan üniversitelerde, öğretim elemanlarının sayıca yetersizliği önemli bir sorundur. Yükseköğretimimizin önündeki en büyük zorluk, yükseköğrenimin niceliksel büyümesine paralel olarak yeterli sayıda ve uluslararası ölçütleri karşılayan nitelikte öğretim üyesinin yetiştirilmemesidir. Bilim insanı yetiştirme ve ortak araştırma etkinliklerinde bulunma konusunda üniversiteler arasındaki iş birliğini artırma faaliyetleri ile gelişmiş üniversitelerin bilgi birikimi ve deneyimlerinden diğer üniversitelerin de yararlandırılmasının öğretim üyesi yetiştirme süreçlerine olumlu katkısı, Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı (ÖYP) deneyiminde tecrübe edilmiştir. ÖYP’nin tamamen kaldırılması hatalı bir karardır. Programın aksayan yönlerinin düzenlenerek yeniden yürürlüğe konulması yerinde olacaktır.
“DESTEKLER VE TEŞVİKLER ARTIRILARAK SÜRDÜRÜLMELİDİR”
Yükseköğretime yeterli öğretim üyesi arzını sağlayabilmenin yolu doktora mezun sayısının artırılmasından geçmektedir. Son on yıla ait doktora öğrenci verilerine bakıldığında, doktora programlarına yeni kayıt yaptıran, öğrenim gören ve mezun sayılarında önemli artışların olduğu görülmektedir. Ancak doktora programlarına kayıtlı öğrenci sayısı ile mezun olan öğrenci sayısı arasında açılan makas, doktora eğitim süresinin öngörülenin ötesinde uzamasından kaynaklandığını ortaya koymaktadır. Öğretim üyesi arzı bağlamında doktora mezun sayısındaki artışı korumaya dönük desteklerin ve teşviklerin artırılarak sürdürülmesi gerekmektedir. Özellikle doktora mezun sayısının öğretim üyelerinin program, bölüm ve fakülte temelli dağılımlarındaki dengesizlikleri giderecek şekilde artırılması konusunda birtakım düzenlemelere gidilmelidir. Bu durum doktora programlarında kanun temelli çerçeve bir düzenlemenin gerekli olduğunu ortaya koymaktadır. Akademik yükselmelerde yükseköğretim kurumlarının kendi akademik personelini işe alma konusundaki özerkliği muhafaza edilmekle birlikte akademik yükselmeleri karara bağlayacak kurul ve/veya jürilerin keyfi tutumları ve aynı şartları haiz olanlara yönelik değerlendirme farklılıklarını önleyecek somut ve ölçülebilir kriterler konulması; verilen kararlara karşı ise –yükseköğretim üst kuruluşları nezdinde− hızlı ve etkin çözüm sağlayan bir itiraz mekanizmasının oluşturulması yerinde olacaktır.
“DOÇENTLİĞE YÜKSELME SÜRECİ YENİ BİR BAKIŞ AÇISIYLA YENİDEN ELE ALINMALI”
Ülkemizin gelişmesi ile birlikte gün geçtikçe akademisyenlere olan ihtiyaç da artmaktadır. Birçok ülkede akademisyenlik eğitimi için doktora öğrenimi ön şartlardan biri olarak kabul edilmektedir. Bundan dolayı doktora öğrenimi bilimin ilerlemesi ve yükseköğretimdeki eğitimin kalitesi açısından çok önemlidir. Ancak ülkemizde uygulanmakta olan mevcut doçentlik sürecinin, doçentlik öğreniminden ziyade yükselme sürecini ön planda tuttuğu; doçentliğin öğrenim boyutundan kopartılarak bir bürokratik yükselme/kadro alma sürecine yönlendirilmiş olduğu görülmektedir. Doçentliğe yükseltilme, her biri bir sonrakinin önkoşulu niteliğinde çeşitli aşamalardan oluşmaktadır. Dolayısıyla bu aşamalardan birindeki başarısızlık, süreci kesmekte ve adayın hukuki durumunu olumsuz etkilemektedir. Doçentlik başvuruları için belirlenen asgari ölçütler, sık sık değiştirilerek öngörülebilirliği engellediği gibi adayın mevcut öğrenim süreci ile akademik üretimi arasındaki dengeyi de tesis edememektedir. Akademik yaşam sürecindeki faaliyetlerin en ayrıntılı inceleme ve değerlendirilmesinin yapıldığı doçentlik sınavı; jüri belirleme, eser inceleme ve değerlendirilmesi, sözlü sınav aşaması gibi sınavın pek çok aşamasında ülkemizde keyfiliğin, kötüniyetin, kayırmacılığın ve hatta ideolojik çekişmelerin en fazla gün yüzüne çıktığı bir sınav sistemi olarak karşımıza çıkmaktadır. Yükseköğretim hizmetinin kamu hizmeti niteliği taşıması ve yalnızca günümüzdeki nesilleri değil gelecek nesilleri de ilgilendirmesi, nitelikli, entelektüel öğretim elemanlarının belirlenmesini ve hakkaniyete uygun, eşitlikçi bir sınav sürecinin yürütülmesini zorunlu kılmaktadır. Bu kapsamda doçent adayının akademik ve mesleki çalışmalarını esas alan, bilimsel bilgi üretimini teşvik eden, akademik başarı ve çabayı ödüllendiren bir doçentlik süreci kurgulanmalıdır.
“AKADEMİK YÜKSELMELER…”
Akademik unvanların belirlenmesi, kadroların dağıtılması ve özellikle de akademik yükselme sürecinde yaşanan hukuk dışılık, yolsuzluk, kayırmacılık, adam tutma, herhangi bir gruba mensubiyet ve bağlılıklar, “kamu yararından” ziyade özel çıkarların egemen olduğu, karşılıklı çıkar ve bağımlılığa dayanan ve özel menfaat birlikteliğini esas alan bir fiili durumun doğmasını beraberinde getirmiştir. Bugün üniversitelerdeki ciddi verimsizliğin temel nedeni bilim adamı yetiştirme ve belirleme yönteminin ciddi ölçütlerinin olmamasından kaynaklanmaktadır. Ne yazık ki bunda en büyük pay, yetkilerinin sınırları belirlenmemiş ve etkin bir denetimden yoksun üniversite yönetimlerinin keyfi tutumlarıdır. Akademik başarı ve mesleki gelişim yerine grup çıkarının devamını ve bireysel bağlılığı esas alan bir anlayışla yürütülen akademik yükselme süreci, nitelikli bilim adamı yetiştirilmesinde yaşanan sorunların başlıca sebebidir. Bu nedenledir ki akademik yükselme sürecinde bireysel başarı ve çabayı, akademik ve bilimsel bilgi üretimini esas alacak, keyfiliği, sübjektifliği önleyecek, objektif ve denetlenebilir bir sistem kurgulanması gerekliliği kaçınılmaz bir zorunluluktur.
“İDARİ YAPILANMA SAĞLAM ZEMİNLERE OTURTULMALI”
Üniversitenin kendisinden beklenen amaca hizmet edebilmesi, faaliyetlerini düzenli ve aksatmadan yürütmesine bağlıdır. İdari personel, üniversitenin bir makine gibi işleyişini ve devamlılığını sağlayan, yaşayan hafızasıdır. Rektörler, dekanlar, öğrenciler sürekli değişirken idari personel değişmez; yenilenen yönetimlerin ve uygulamaların yapı taşı olarak hizmetlerine devam eder. Laboratuarların hazırlanmasından, teknik işlerden ve onarımlardan tutun yazışmalara, sistemin devamlılığına, öğrenci kayıtlarından akademik kadroların takibine kadar idari personelin elinin değmediği alan ve konu yoktur. Ancak buna rağmen üniversitelerin olmazsa olmazlarından olan idari personel, ne yazık ki, hak ettiği saygınlığı görememektedir. Üniversitelerde idari yapılanma sağlam zeminlere oturtulmalı, idari personelin varlığı ve önemi bilinmelidir.
“İDARİ PERSONELE DE VERİLMELİ”
Üniversitelerde ortaya konulan toplumsal hizmetin üretimine akademik personel kadar katkıda bulunan ve akademik çevre kavramının ayrılmaz bir parçası olan idari personele de, akademik personele tanınan geliştirme ödeneği, yükseköğretim tazminatı, döner sermaye ödemesi gibi temel mali ve sosyal haklar verilmelidir. Görevde yükselme ve unvan değişikliği sürecine işlerlik kazandırılmalı, idari personele üniversiteler arasında yer değişikliği imkânı verilmelidir Üniversitelerde görevde yükselme sınavlarının yapılmaması, yapıldığı hâllerde de mevzuatın keyfe keder yorumlanarak atamalarda eşitsizliğe neden olunması, kariyer ve liyakat ilkelerinin üniversite personel sistemi literatüründen fiilen kaldırılması sonucunu doğurmuştur. İdari personelin eş ve sağlık durumuna bağlı mazeretleri nedeniyle yer değişikliği yapamaması birçok sorunu beraberinde getirmekte; aile bütünlüğünün parçalanmasına, personelin motivasyonunun bozulmasına, çalışma barışının zedelenmesine ve iş veriminde azalmaya sebep olmaktadır. Yer değiştirme talebi olan ve muvafakat için kurumuyla sorun yaşayan personel keyfi uygulamalarla psikolojik baskı altına alınmaktadır. Görevde yükselme ve unvan değişikliği sürecine işlerlik kazandırılmalı; suistimallerin önlenebilmesi için görevde yükselmeye tabi tüm kadrolar merkezi olarak YÖK tarafından ilan edilerek yine merkezi olarak gerçekleştirilecek görevde yükselme sınav sonuçlarına göre söz konusu kadrolara atama yapılmalı; idari personele üniversiteler arasında yer değişikliği imkânı verilmelidir.
“BİLİMSEL ÇALIŞMA DESTEKLENMELİ”
Sonuç olarak, üretilmiş bilgilere değer vermekle yetinmeyen, kendisi de bilgi, fikir ve değer üreten, teknolojinin öğretimiyle sınırlı akademik bakıştan kurtulup teknoloji üretip geliştiren bir akademik forma kavuşan, sadece kendi dışındakileri değil, kendisini de eleştirip sorgulayan bir üniversite modelini kurmalı ve sürdürülebilir hale getirmeliyiz. Kimin rektör seçildiğini ya da rektörü kimlerin seçtiğini ana gündem maddesi olmaktan çıkarmalı; rektörlerin ve dekanların yasaklamayı değil, yasak savmayı esas aldığı, bilimsel çalışmayı destekleyip, özgür düşünceye yeni kanallar açma girişimlerini ana gündem maddesi yapmalıyız. Akademik ve idari personelin, daha iyi üniversite, daha bilinçli gençlik, daha donanımlı toplum ve daha güçlü Türkiye için el ele verdiği, birinin diğerinden daha az ya da daha fazla değerli görülmediği, idari personelin söz ve seçim hakkını en çok akademik personelin savunduğu, idari personelin akademisyenlere daha iyi eğitim ve daha fazla üretim için destek vermeyi görev saydığı bir üniversite profilini hayata geçirmeliyiz.”